Jürgen Habermas ‘ta Dil-Ahlak İlişkisi – Taylan URBAY
Jürgen Habermas kendine ait felsefi sisteminin temeline, Hegel ‘in 5 öznel ruh kategorisinden biri olan “dil’’ ‘i yerleştirmiştir. Dil en sade tanımıyla, insanlar arasındaki anlaşmayı sağlayan ve üzerinde ortak bir anlayışa ulaşılmış sessel simgeler sistemidir. Bu noktada dil mekanizması, bir gösteren (kavram) ve bir gösterilen (dış dünyadaki bir nesne) arasındaki bağlantısallık kurulması yoluyla çalışmaktadır. Ne var ki Hegel ‘in sistemi içinde dil, sadece iletişim kurma aracı olmayıp aynı zamanda kişinin tüm duygu dünyasının (metafizik) ve zihinsel tasarımlarının içinde barındırıldığı bir tanımlamalar alanıdır. Öte yandan dil, Hegel ‘in epistemolojisinin rasyonalist kapsamı içinde nesne-kavram tekabüliyetine yapılan vurgunun işlevsel aracısıdır. Diğer bir deyişle Descartes ‘in algı ve gerçeklik arasındaki yada benzer şekilde Hegel ‘in varlık ve ona ait refleksiyon (varlığa ait, ondan insan zihnine yansıyan kavramsal düşünce) arasındaki fark kavramlaştırmaları bir yabancılaşma kategorisi olmakta ve zihinsel süreçler (Hegel ‘de nesne-kavram diyalektiği) içinde ortadan kaldırılması gereken durumlardır.
Bu noktada Jürgen Habermas ‘ın konumunu daha iyi kavrayabilmek için, Batı epistomolojisine genel bir bakış yararlı olacaktır. Bu kolay bir çaba olmadığından konuyu Yeni Çağ ‘dan itibaren günümüze sınırlandırarak ele almak gereklidir. Batı felsefesinin kökleri Eski Yunan uygarlığındadır ve temel konusu “akıl’’ ve onun işleyiş ilkeleridir. Yeni Çağ ‘da Platon ‘un Rasyonalizmi Descartes ile birlikte dirilmiştir. Rasyonalizmin temel önermesi, insan zihninde doğuştan gelen ve deneye bağlı olmaksızın var olan önsel bilgilerin yada kavram çerçevelerinin bulunduğudur. Descartes ‘in buna eklediği temel yenilik ise, kendinden sonraki hemen tüm Rasyonalistlerin üzerinde kafa yoracağı bir alan açmıştır: Algı ile gerçeklik arasındaki fark. Diyalektik gelişme sistemini ekleyerek Rasyonalizmi en geniş sistematik sınırlarına ulaştıran Hegel ‘de bu “Varlık ile Yansıma” arasındaki fark olarak ifade edilecektir. Günümüze kadar gelen temel bilimlerle ilgili tüm gelişmelerin, bu farkın aşılmasına yönelik olduğu rahatlıkla iddia edilebilir. Descartes ‘in bu yorumu iç dünya (zihin) ile dış dünya (maddi ortam) arasındaki karşılıklı ilişki şeklinde de daha açık olarak ifade edilebilir.
18 yy.dan itibaren Rasyonalizme alternatif olarak, insan zihninin doğuştan boş bir levha olarak meydana geldiği, ancak sonradan elde edilen duyumlarla bilgi yapılarının deneysel olarak oluştuğunu iddia eden ve Anglo-Saxon dünyada ortaya çıkan Empirisizm akımının ilk ve en önemli temsilcisi John Locke ‘dir ve günümüze kadar etkisini çeşitli varyantlarla korumuştur.
Batı felsefesindeki diğer ana bölünme ise İdealizm ve Materyalizm arasında olmuştur. İdealizm ‘in öznel versiyonu, dış maddi dünyanın varlığını tamamen yadsımıştır ve en önemli temsilcisi George Berkeley ‘dir. Nesnel idealizm dış dünyanın varlığını yadsımamakla birlikte, iç dünyanın/düşüncenin, onun üzerinde belirleyici olduğunu iddia eder. En önemli temsilcileri ise Immanuel Kant ve G.W.F. Hegel ‘dir. Bilginin tek kaynağının maddi dünya/nesneler dünyası olduğunu ve bu dünyaya ait tam/kesin/doğru bilginin elde edilebileceğini belirten Materyalizm ise, tarihsel kökleri yine Eski Yunan felsefesine dayanmakla birlikte, Yakın Çağda Ludwig Feuerbach ile dirilmişve Karl Marx ile modern formuna kavuşmuştur.
Böylece Batı Felsefi geleneğinin her biri ikili iç bölünmeye sahip, iki ana bölünme üzerinden ve bunların dörtlü kombinasyonuna göre şekillendiğini iddia etmek yerinde olacaktır. Ne var ki, 19. yy.ın ikinci çeyreğinden itibaren daha sofistike felsefi akımlar gündeme gelmeye başlamıştır. Bunların belki de en etkin olanı ise Pozitivizm olmuştur. Pozitivizm, kurucusu Aguste Comte ile birlikte, Kant ve Hegel ‘den o güne kadar gelen Metafizik felsefi yaklaşımları reddetmiş ve görünen olguların incelenmesi gerektiğine vurgu yapmıştır. Pozitivizm metafizik karşıtlığı konusunda Materyalizm ile birleşir ancak, nesnelerin özünün kavranamayacağı savı ile ondan ayrılarak idealist tutuma yaklaşır. Öte yandan, “gerçeklik” ile ilgili araştırmalarında ise Pragmatism ‘in yöntemine çok yakın bir yöntem izlediği dikkat çekmektedir. Viyana Okulu çerçevesinde Ludwig Wittgenstein ve Ernst Mach ve Richard Avenarius ‘un çalışmaları, Pozitivist dil felsefesi ve epistemoloji alanındaki yetkin örnekleri temsil etmektedir. Vladimir Lenin ise 1909 tarihli Materyalizm ve Amprio-Kritisizm adlı eserinde, Richard Aenarius ‘un felsefi sisteminin eleştirisi üzerinden kendi Materyalist duruşunu şekillendirmiştir.
20 yy.da ise Pozitivizm ‘in baskın nesnelci tutumuna karşı, İdealizm ‘in metafiziğe açılan çeşitli formlarının Dilthey, Gadamer, Bergson, Heidegger gibi filozoflarca tekrar sistematik bir biçimde gündeme getirildiği görülmüştür. Dilthey ve Gadamer kendi dil anlayışlarının Hermenotik (Yorumsama) disiplini kapsamında geliştirmişlerdir. Çıkış noktaları ise, bir diğer Hegelyen öznel ruh kategorisi olan “karşılıklı tanınma” olmuştur. Bu bağlamda özneler arası ilişkilerin kuruluşunda, dil yoluyla karşı öznenin tanımasında öznelliğe yönelik hermenotik yöntemin işlevine vurgu yapmışlardır. Bergson “sezgicilik” felsefesiyle, Spinoza metafiziğini tekrar canlandırmış, Heidegger ise varlık ‘ın öznel deneyimlerle nasıl algılandığı üzerine odaklanmıştır.
Habermas ‘a göre “İletişimsel Eylem”, iletişime katılanların zihinsel/bilişsel art alanındaki bir yaşama evreni içinde gerçekleşir. İletişime katılanlar için yaşama evreni ancak doğal art alan kabullerinin düşünseme öncesi biçiminde ve naif bir biçimde edinilmiş beceriler biçiminde vardır. Bu koyut (postulate) Habermas ‘ın Rasyonalizm ile olan bağlantısını serimler. Burada önsel (apriori) olan doğal art alan kabülleridir. Ne var ki bu Rasyonalizm, zihinsel algı kalıplarının varlığını kabul eden Kant-Gil Rasyonalizm değil, öznel ruh kategorilerini önsel olarak temel alan Hegel-Gil Rasyonalizm ‘dir.
Habermas temel yapıtı olan İletişimsel Eylem Kuramı ‘nda Hegel ‘in epistemolojisinden bir miktar koparak Kıta Avrupası rasyonalizminden Anglo-Saxon deneyciliğine (Emprisizm) kayar. Hatırlanacağı üzere Emprisizm Rasyonalizim ‘in aksine, önsel zihinsel şema ve çerçevelerin varlığını reddederek ve zihnin bilgi yapılarının dış dünyadan edinilen duyumlar üzerinde şekillendiğini vurgulayarak Rasyonalizmin mutlakçı epistemolojik eğiliminden uzaklaşmıştır. Böylece Emprisizm ‘de mutlakçı bilgi arayışından çok odak “eylem” ve onun gerçekleştirilmesinin koşullarına kaymıştır. Emprisim bu noktada Pragmatizm ve Instrumentalizmi doğurmuştur ve diğer bir deyişle amacı doğru/kesin bilgiye ulaşmaktan çok, doğru (yerini bulan) ve istenen pratik sonucu sağlayan eyleme ulaşmaya kaymıştır. Nesne-kavram tekabüliyeti arayışı yerini önerme-eylem tekabüliyetine bırakır. Bu bağlamda İletişimsel Eylem Kuramı içinde dilsel önerme tiplerinden “edim-sözel” önermeler merkezi bir yer tutmaktadır. Sonuç olarak Habermas ‘ın felsefi sistemiyle, Immanuel Kant ‘ın da zamanında yaptığı gibi, rasyonalist ve emprisist epistemolojiyi kaynaştırdığı iddia edilebilir.
“Edim-sözel” önerme, önermeyi dile getiren kişinin gelecekte belirli bir eylemi yapacağına dair bir vaat içeren önermedir. İnsanlar arası ilişkilerde oldukça sık kullanılmaktadır. Ne var ki önermenin dile getirilmesi, vaat edilen eylemin gerçekleştirileceğine dair bir garanti içermemektedir. Vaat edilen eylemin zaman içinde gerçekleştirilip gerçekleştirilmemesi ise, vaatte bulunan öznenin ahlaki tercihine kalmaktadır. Ortaya atılabilecek olan birçok edim-sözel önerme zaman içinde belirtilen vaatlerin yerine getirilip getirilmediğine göre sınanır. Bu sınama süreci ise, dil-ahlak bağlantısının açıkça belirdiği alanların başında gelmektedir. Verilen vaadin yerine getirilmesi önerme-beklenti-eylem tekabüliyetini sağlamış olacağından, yabancılaşma etkisinin ortadan kalkması sonucunu doğurur. Söz konusu gerçekleşme “ahde vefa’’ ilkesinin yerine getirildiğini gösterir. Böylece aynı ilke insani değerler kümesi üzerinden şekillenen iletişimin yapılaştırdığı “yaşama evreninin’’ temel özelliği olan “dayanışma’’ ilkesinin de temel taşını oluşturmaktadır.Bir “yaşama evreni’’, kendisini oluşturan üyeleri arasındaki iletişimin ve eylem koordinasyonunun belli ahlaki ön-kabuller ve dostluk, dayanışma, yardımlaşma, ahde vefa gibi insani değerler üzerinden şekillendiği bir komüniteryen grup tipine işaret etmektedir. Ne var ki bu grup tipi “şeyleştirici’’ süreçleri karşısında, her an dağılma riskini üzerinde taşımaktadır. Bu potansiyel olgu ise Habermas tarafından “yaşama evreninin sömürgeleştirilmesi’’ terimiyle betimlenir. Bunun sonucunda, bir yönüyle aşırı objektivite arayışında ve modern çalışma koşullarının içinde olan, ancak diğer yönüyle insani/dayanışmacı değerlerin taşıyıcısı olan çalışan birey, zihinsel düzeyde bir “ide parçalanması’’ ‘na maruz kalır.
İnsanlar arası ilişkilerdeki bu mantığın paralel olarak makro-sosyolojiye taşınması da benzer imaları ortaya çıkarmaktadır. Talcott-Parsons ‘un toplumun fonksiyonel bölünmesinden (zirve-taban bölünmesi) hareket eden Habermas, ekonomik-politik alan ile taban arasındaki ilişkide (yada yöneten-yönetilen ilişkisi) zirve tarafından tabanın rızasını oluşturmak için oluşturulan “sahte-uzlaşmalara’’ dikkat çeker. Basit bir dil ile ifade edilirse bu, politikacı tarafından seçmene verilen boş vaattir. Bunların önüne geçebilmek için tüm toplumsal karar alma süreçlerinin yukarıdan aşağıya olmak yerine, azami katılımcılıkla gerçekleştirilmesini önerir. Örneğin; bir iş kanunun yapılması sırasında kanunun konusunu oluşturan çalışan kesimlerin, kanunun oluşturulma sürecine katılmalarının sahte-uzlaşma oluşumunun önüne geçebileceği iddia edilebilir. Böylece Habermas ‘ın önerisi zirve taban ilişkilerinde ortaya çıkan politik yabancılaşmanın aşılmasında işlevsel bir anlam kazanmaktadır. Habermas ‘ın önerisinin diğer boyutu ise, felsefi anlamıyla modernitenin ortaya çıkardığı aşırı objektivizasyon/şeyleşme problemine karşı bir çözüm önerisi niteliğinde olmasıdır. Hatırlanacağı gibi modernist epistemolojik eğilim toplumsal ilişkilerin kuruluşunda mümkün olan en nesnel değerlendirme kalıplarına doğru bir yön taşır. Bu eğilimin aşırılaşması ise tüm karar alma süreçlerinde duygu ve düşüncelere sahip olan “insan’’ faktörünün basit, sıradan bir unsura indirgenerek hiçlenmesi tehlikesini de beraberinde getirmektedir. Mümkün olan en geniş katılımcılığın sağlanması, bu eğilimin taşıdığı potansiyel tehlikenin bertaraf edilebilmesine yönelik de bir etki doğurma potansiyeline sahip olacaktır.