2 POSTS
05.05.1981 İzmir Doğumlu. Boğaziçi Üniversitesi İşletme Bölümünü bitirdi. Bir süre özel sektörde çalıştıktan sonra Ege Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümünde yüksek lisansını tamamladı. Şu anda Celal Bayar Üniversitesi Ekonomi Bölümünde doktora çalışmalarını sürdürmektedir. İlgi alanları arasında Mikroiktisat, Makroiktisat, İktisat Tarihi, Uluslararası Siyasal İktisat, İktisat Felsefesi ve Uluslararası İlişkiler bulunmaktadır
Jürgen Habermas kendine ait felsefi sisteminin temeline, Hegel ‘in 5 öznel ruh kategorisinden biri olan “dil’’ ‘i yerleştirmiştir. Dil en sade tanımıyla, insanlar arasındaki anlaşmayı sağlayan ve üzerinde ortak bir anlayışa ulaşılmış sessel simgeler sistemidir. Bu noktada dil mekanizması, bir gösteren (kavram) ve bir gösterilen (dış dünyadaki bir nesne) arasındaki bağlantısallık kurulması yoluyla çalışmaktadır. Ne var ki Hegel ‘in sistemi içinde dil, sadece iletişim kurma aracı olmayıp aynı zamanda kişinin tüm duygu dünyasının (metafizik) ve zihinsel tasarımlarının içinde barındırıldığı bir tanımlamalar alanıdır. Öte yandan dil, Hegel ‘in epistemolojisinin rasyonalist kapsamı içinde nesne-kavram tekabüliyetine yapılan vurgunun işlevsel aracısıdır. Diğer bir deyişle Descartes ‘in algı ve gerçeklik arasındaki yada benzer şekilde Hegel ‘in varlık ve ona ait refleksiyon (varlığa ait, ondan insan zihnine yansıyan kavramsal düşünce) arasındaki fark kavramlaştırmaları bir yabancılaşma kategorisi olmakta ve zihinsel süreçler (Hegel ‘de nesne-kavram diyalektiği) içinde ortadan kaldırılması gereken durumlardır.
Bu noktada Jürgen Habermas ‘ın konumunu daha iyi kavrayabilmek için, Batı epistomolojisine genel bir bakış yararlı olacaktır. Bu kolay bir çaba olmadığından konuyu Yeni Çağ ‘dan itibaren günümüze sınırlandırarak ele almak gereklidir. Batı felsefesinin kökleri Eski Yunan uygarlığındadır ve temel konusu “akıl’’ ve onun işleyiş ilkeleridir. Yeni Çağ ‘da Platon ‘un Rasyonalizmi Descartes ile birlikte dirilmiştir. Rasyonalizmin temel önermesi, insan zihninde doğuştan gelen ve deneye bağlı olmaksızın var olan önsel bilgilerin yada kavram çerçevelerinin bulunduğudur. Descartes ‘in buna eklediği temel yenilik ise, kendinden sonraki hemen tüm Rasyonalistlerin üzerinde kafa yoracağı bir alan açmıştır: Algı ile gerçeklik arasındaki fark. Diyalektik gelişme sistemini ekleyerek Rasyonalizmi en geniş sistematik sınırlarına ulaştıran Hegel ‘de bu “Varlık ile Yansıma” arasındaki fark olarak ifade edilecektir. Günümüze kadar gelen temel bilimlerle ilgili tüm gelişmelerin, bu farkın aşılmasına yönelik olduğu rahatlıkla iddia edilebilir. Descartes ‘in bu yorumu iç dünya (zihin) ile dış dünya (maddi ortam) arasındaki karşılıklı ilişki şeklinde de daha açık olarak ifade edilebilir.
18 yy.dan itibaren Rasyonalizme alternatif olarak, insan zihninin doğuştan boş bir levha olarak meydana geldiği, ancak sonradan elde edilen duyumlarla bilgi yapılarının deneysel olarak oluştuğunu iddia eden ve Anglo-Saxon dünyada ortaya çıkan Empirisizm akımının ilk ve en önemli temsilcisi John Locke ‘dir ve günümüze kadar etkisini çeşitli varyantlarla korumuştur.
Batı felsefesindeki diğer ana bölünme ise İdealizm ve Materyalizm arasında olmuştur. İdealizm ‘in öznel versiyonu, dış maddi dünyanın varlığını tamamen yadsımıştır ve en önemli temsilcisi George Berkeley ‘dir. Nesnel idealizm dış dünyanın varlığını yadsımamakla birlikte, iç dünyanın/düşüncenin, onun üzerinde belirleyici olduğunu iddia eder. En önemli temsilcileri ise Immanuel Kant ve G.W.F. Hegel ‘dir. Bilginin tek kaynağının maddi dünya/nesneler dünyası olduğunu ve bu dünyaya ait tam/kesin/doğru bilginin elde edilebileceğini belirten Materyalizm ise, tarihsel kökleri yine Eski Yunan felsefesine dayanmakla birlikte, Yakın Çağda Ludwig Feuerbach ile dirilmişve Karl Marx ile modern formuna kavuşmuştur.
Böylece Batı Felsefi geleneğinin her biri ikili iç bölünmeye sahip, iki ana bölünme üzerinden ve bunların dörtlü kombinasyonuna göre şekillendiğini iddia etmek yerinde olacaktır. Ne var ki, 19. yy.ın ikinci çeyreğinden itibaren daha sofistike felsefi akımlar gündeme gelmeye başlamıştır. Bunların belki de en etkin olanı ise Pozitivizm olmuştur. Pozitivizm, kurucusu Aguste Comte ile birlikte, Kant ve Hegel ‘den o güne kadar gelen Metafizik felsefi yaklaşımları reddetmiş ve görünen olguların incelenmesi gerektiğine vurgu yapmıştır. Pozitivizm metafizik karşıtlığı konusunda Materyalizm ile birleşir ancak, nesnelerin özünün kavranamayacağı savı ile ondan ayrılarak idealist tutuma yaklaşır. Öte yandan, “gerçeklik” ile ilgili araştırmalarında ise Pragmatism ‘in yöntemine çok yakın bir yöntem izlediği dikkat çekmektedir. Viyana Okulu çerçevesinde Ludwig Wittgenstein ve Ernst Mach ve Richard Avenarius ‘un çalışmaları, Pozitivist dil felsefesi ve epistemoloji alanındaki yetkin örnekleri temsil etmektedir. Vladimir Lenin ise 1909 tarihli Materyalizm ve Amprio-Kritisizm adlı eserinde, Richard Aenarius ‘un felsefi sisteminin eleştirisi üzerinden kendi Materyalist duruşunu şekillendirmiştir.
20 yy.da ise Pozitivizm ‘in baskın nesnelci tutumuna karşı, İdealizm ‘in metafiziğe açılan çeşitli formlarının Dilthey, Gadamer, Bergson, Heidegger gibi filozoflarca tekrar sistematik bir biçimde gündeme getirildiği görülmüştür. Dilthey ve Gadamer kendi dil anlayışlarının Hermenotik (Yorumsama) disiplini kapsamında geliştirmişlerdir. Çıkış noktaları ise, bir diğer Hegelyen öznel ruh kategorisi olan “karşılıklı tanınma” olmuştur. Bu bağlamda özneler arası ilişkilerin kuruluşunda, dil yoluyla karşı öznenin tanımasında öznelliğe yönelik hermenotik yöntemin işlevine vurgu yapmışlardır. Bergson “sezgicilik” felsefesiyle, Spinoza metafiziğini tekrar canlandırmış, Heidegger ise varlık ‘ın öznel deneyimlerle nasıl algılandığı üzerine odaklanmıştır.
Habermas ‘a göre “İletişimsel Eylem”, iletişime katılanların zihinsel/bilişsel art alanındaki bir yaşama evreni içinde gerçekleşir. İletişime katılanlar için yaşama evreni ancak doğal art alan kabullerinin düşünseme öncesi biçiminde ve naif bir biçimde edinilmiş beceriler biçiminde vardır. Bu koyut (postulate) Habermas ‘ın Rasyonalizm ile olan bağlantısını serimler. Burada önsel (apriori) olan doğal art alan kabülleridir. Ne var ki bu Rasyonalizm, zihinsel algı kalıplarının varlığını kabul eden Kant-Gil Rasyonalizm değil, öznel ruh kategorilerini önsel olarak temel alan Hegel-Gil Rasyonalizm ‘dir.
Habermas temel yapıtı olan İletişimsel Eylem Kuramı ‘nda Hegel ‘in epistemolojisinden bir miktar koparak Kıta Avrupası rasyonalizminden Anglo-Saxon deneyciliğine (Emprisizm) kayar. Hatırlanacağı üzere Emprisizm Rasyonalizim ‘in aksine, önsel zihinsel şema ve çerçevelerin varlığını reddederek ve zihnin bilgi yapılarının dış dünyadan edinilen duyumlar üzerinde şekillendiğini vurgulayarak Rasyonalizmin mutlakçı epistemolojik eğiliminden uzaklaşmıştır. Böylece Emprisizm ‘de mutlakçı bilgi arayışından çok odak “eylem” ve onun gerçekleştirilmesinin koşullarına kaymıştır. Emprisim bu noktada Pragmatizm ve Instrumentalizmi doğurmuştur ve diğer bir deyişle amacı doğru/kesin bilgiye ulaşmaktan çok, doğru (yerini bulan) ve istenen pratik sonucu sağlayan eyleme ulaşmaya kaymıştır. Nesne-kavram tekabüliyeti arayışı yerini önerme-eylem tekabüliyetine bırakır. Bu bağlamda İletişimsel Eylem Kuramı içinde dilsel önerme tiplerinden “edim-sözel” önermeler merkezi bir yer tutmaktadır. Sonuç olarak Habermas ‘ın felsefi sistemiyle, Immanuel Kant ‘ın da zamanında yaptığı gibi, rasyonalist ve emprisist epistemolojiyi kaynaştırdığı iddia edilebilir.
“Edim-sözel” önerme, önermeyi dile getiren kişinin gelecekte belirli bir eylemi yapacağına dair bir vaat içeren önermedir. İnsanlar arası ilişkilerde oldukça sık kullanılmaktadır. Ne var ki önermenin dile getirilmesi, vaat edilen eylemin gerçekleştirileceğine dair bir garanti içermemektedir. Vaat edilen eylemin zaman içinde gerçekleştirilip gerçekleştirilmemesi ise, vaatte bulunan öznenin ahlaki tercihine kalmaktadır. Ortaya atılabilecek olan birçok edim-sözel önerme zaman içinde belirtilen vaatlerin yerine getirilip getirilmediğine göre sınanır. Bu sınama süreci ise, dil-ahlak bağlantısının açıkça belirdiği alanların başında gelmektedir. Verilen vaadin yerine getirilmesi önerme-beklenti-eylem tekabüliyetini sağlamış olacağından, yabancılaşma etkisinin ortadan kalkması sonucunu doğurur. Söz konusu gerçekleşme “ahde vefa’’ ilkesinin yerine getirildiğini gösterir. Böylece aynı ilke insani değerler kümesi üzerinden şekillenen iletişimin yapılaştırdığı “yaşama evreninin’’ temel özelliği olan “dayanışma’’ ilkesinin de temel taşını oluşturmaktadır.Bir “yaşama evreni’’, kendisini oluşturan üyeleri arasındaki iletişimin ve eylem koordinasyonunun belli ahlaki ön-kabuller ve dostluk, dayanışma, yardımlaşma, ahde vefa gibi insani değerler üzerinden şekillendiği bir komüniteryen grup tipine işaret etmektedir. Ne var ki bu grup tipi “şeyleştirici’’ süreçleri karşısında, her an dağılma riskini üzerinde taşımaktadır. Bu potansiyel olgu ise Habermas tarafından “yaşama evreninin sömürgeleştirilmesi’’ terimiyle betimlenir. Bunun sonucunda, bir yönüyle aşırı objektivite arayışında ve modern çalışma koşullarının içinde olan, ancak diğer yönüyle insani/dayanışmacı değerlerin taşıyıcısı olan çalışan birey, zihinsel düzeyde bir “ide parçalanması’’ ‘na maruz kalır.
İnsanlar arası ilişkilerdeki bu mantığın paralel olarak makro-sosyolojiye taşınması da benzer imaları ortaya çıkarmaktadır. Talcott-Parsons ‘un toplumun fonksiyonel bölünmesinden (zirve-taban bölünmesi) hareket eden Habermas, ekonomik-politik alan ile taban arasındaki ilişkide (yada yöneten-yönetilen ilişkisi) zirve tarafından tabanın rızasını oluşturmak için oluşturulan “sahte-uzlaşmalara’’ dikkat çeker. Basit bir dil ile ifade edilirse bu, politikacı tarafından seçmene verilen boş vaattir. Bunların önüne geçebilmek için tüm toplumsal karar alma süreçlerinin yukarıdan aşağıya olmak yerine, azami katılımcılıkla gerçekleştirilmesini önerir. Örneğin; bir iş kanunun yapılması sırasında kanunun konusunu oluşturan çalışan kesimlerin, kanunun oluşturulma sürecine katılmalarının sahte-uzlaşma oluşumunun önüne geçebileceği iddia edilebilir. Böylece Habermas ‘ın önerisi zirve taban ilişkilerinde ortaya çıkan politik yabancılaşmanın aşılmasında işlevsel bir anlam kazanmaktadır. Habermas ‘ın önerisinin diğer boyutu ise, felsefi anlamıyla modernitenin ortaya çıkardığı aşırı objektivizasyon/şeyleşme problemine karşı bir çözüm önerisi niteliğinde olmasıdır. Hatırlanacağı gibi modernist epistemolojik eğilim toplumsal ilişkilerin kuruluşunda mümkün olan en nesnel değerlendirme kalıplarına doğru bir yön taşır. Bu eğilimin aşırılaşması ise tüm karar alma süreçlerinde duygu ve düşüncelere sahip olan “insan’’ faktörünün basit, sıradan bir unsura indirgenerek hiçlenmesi tehlikesini de beraberinde getirmektedir. Mümkün olan en geniş katılımcılığın sağlanması, bu eğilimin taşıdığı potansiyel tehlikenin bertaraf edilebilmesine yönelik de bir etki doğurma potansiyeline sahip olacaktır.
20. YÜZYIL’DA İKTİSAT DÜŞÜNCESİ
Yazımızın başlığı metodolojik yönden belli bir zorluğa işaret ediyor: Aristo’dan beri iktisat üzerine yazmış olan düşünürler sistemlerini oluştururken kendilerinden çok önce yaşamış olanlara da atıfta bulunurlar, diğer bir deyişle iktisadi sistemler zamansal olarak geniş bir yelpazede kurulduğu için belki de onları zaman boyutuna göre tasnif etmek güçlük doğurabilir. Bu sorunun üstesinden konuyu şöyle koyarak gelinebilir: Belli bir zaman dilimi içinde egemen olmuş ekolleri saptamak ve bu ekollerin genel çerçevelerini ortaya sermek daha uygundur.20 Yy.’daki iktisat düşüncesinin genel hatlarını, 19. Yy’da temelleri atılan modern iktisat biliminde ortaya çıkan iki ana eğilimin çerçevesinde, bazen de ana akımlardan fazla uzaklaşmaksızın birer varyant olarak nitelenebilecek yaklaşımlar etrafında kavramak olasıdır. Bahsettiğimiz iki ana akım Adam Smith’ ile başlayan Klasik İktisat ve Karl Marx’la başlayan Marksist İktisat’dir.
19. yy’dan 20 yy’a geçerken Walras, Menger, Jevons üçlüsü ekonomi bilimini bir moral felsefesi olarak konumlandıran erken 19.yüzyıl anlayışından koparan ‘marjinalist’ devrimi gerçekleştirilmiş bulunmaktaydı. Bu sistem Adam Smith’in ekonomide ahlak felsefesinin yerine dair yapıtları ile başlayan ve doruğuna MaxWeber ile varan sosyoloji tabanlı ve ekonomik ‘’aktör’’ün ekonomik eylemini kültürel değerlere ve birey psikolojisi üzerine dayandıran yaklaşımdan önemli bir kopuşu simgelemektedir. Buradan itibaren artık ekonomi bilimi temel Newtonyen paradigma olan ‘’denge’’ kavramına içeriğinde daha fazla yer vererek daha ‘’bilimsel’’ bir temele oturuyordu. Anılan iktisatçıların yapıtları Jeremy Bentham’ın siyasal iktisat düzeyinde sistemleştirdiği ‘’fayda’’ kavramını matematiksel ve türevlendirilebilir bir çerçevede ele olarak günümüzdeki çağdaş mikro-ekonomik teorinin temellerini atmışlardır. Bu noktada artık fayda ‘’optimize’’ edilmesi gereken bir değişken olarak kavranmaya başlanmış ve Vilfredo Pareto’nun ‘’Pareto Optimalliği’’ ilkesi ekonomik kaynak dağılımının araştırılmasında en önemli temel taş haline gelmiştir.Yine aynı dönemde önemli eseri ‘Principles of Economics’ adlı eserini yayımlayan Alfred Marshall, Leon Walras’ın bir ekonomide üretilen tüm malların net talebinin sıfır olması gerektiğini öneren statik genel denge ilkesine zaman boyutunu ekleyip tek tek sektörlere uygulayarak, statik ve dinamik kısmı denge analizini geliştirmiş ve ölçek ekonomileri ilkesini ekleyerek bir ekonomide fiyat oluşum mekanizmalarını araştırmıştır.Yine Walras’ın genel denge ilkesi 20.yy’ın ortalarında artık gelişmiş bulunan ekonometrik teknikler ile- özelde eşanlı denklem sistemleri ile- Joan Robinson tarafından daha analitik bir şekilde formüle edilmiştir.
Ne var ki 1929 büyük buhranı belki de o güne kadar ekonomi biliminin gittiği kanalları kökten bir biçimde değiştirecek ve makro-ekonomi disiplininin doğmasına yol açacaktır. Krizden çıkış yollarına yönelik çabalar Theodeor W.Roosvelt’in 1933’te uygulamaya koyduğu ‘New Deal’ programı ile sonuçlanmış ve hemen ardından John Maynard Keynes’in 1936’da yayımladığı, para ve mal piyasalarının genel dengesi üzerine IS-LM analizini oluşturduğu başyapıtı “Paranın, İstihdamın ve Faizin Genel Teorisi” ile teorik içeriğini bulmuştur.
Keynes’in yaklaşımı, o güne kadar hakim olan görüş olan ve piyasaların kendi kendilerini düzenleyebileceklerini öneren Smithyen ‘Görünmez El’ yaklaşımına önemli bir alternatif oluşturmaktadır. Keynes para politikası alanında, belli bir faiz oranının altında para talebinin faiz esnekliğinin sonsuz olduğunu göstererek ‘likidite tuzağı’ kavramını ortaya atmış ve Keynesyen okulun sonraki temsilcilerinin daha da geliştireceği ‘piyasa yetersizlikleri’ kavramını temellendirmiştir. Keynes böylece tasarruf-yatırım dengesinin kurulmasında otomatik olarak faizin belirleyici olduğuna dair klasik anlayıştan kopmuştur. Piyasa yetersizlikleri yaklaşımı- ilginç bir şekilde başta liberalizmin kalesi olan ABD olmak üzere- sonraki 50 yıl boyunca devlet müdahaleciliğinin, karma ekonomik sistemlerin ve sosyal refah devleti uygulamalarının temelini oluşturmuştur. Bu yaklaşımı genel olarak 1929 Büyük Buhranına yol açan eksik talep/yetersiz tüketim olgusuna verilen bir cevap olarak değerlendirmek mümkündür. Gerçekte Keynes’in önerdiği sistem, 20. yy.’ın başından itibaren teknolojinin üretim süreçlerinde artan oranlarda kullanılması sebebiyle oluşan verimlilik patlamalarıyla ortaya çıkan arz fazlalarının, üretimi yapan aynı ekonomik alan içinde tüketilebilmesini sağlayabilecek makro-ekonomik bir araç işlevi görmekteydi.
İkinci Dünya Savaşının ardından P.A.Samuelson, J.Tobin, ve J.R. Hicks tarafından klasik iktisat düşüncesi ile Keynes’in sistemini birleştirmeyi deneyen kısa ömürlü Neo-Klasik sentez dönemi bulunmaktadır.Ardından 70’li yıllarda ise eşanlı olarak hem Neo-Klasik, Hem de Neo-Keynesyen görüşlerin yükseldiği görülmektedir. Başını Robert Lucas ve Thomas Sargent’in çektiği Neo-Klasik görüşün temelinde iktisadi aktörlerin ekonomi hakkında sağlıklı enformasyona sahip olduklarında bunun üzerine rasyonel davranışlar oluşturacaklarını varsayan ‘Rasyonel Beklentiler’ hipotezi bulunmaktadır. Bu görüşe göre merkez bankaları hedefledikleri sonuçları elde etmek için çeşitli alanlardaki para politikası, enflasyon, istihdam- politikalarını kamuoyu ile şeffaf bir şeklide paylaşmalıdırlar. Gregory Mankiw, Lavrence Summers, Olivier Blanchard, Joseph Stiglitz gibi Neo-Keynesyen iktisatçılar ise piyasa yetersizlikleri kavramı üzerinde kavramı çeşitlendirerek durmuşlardır. ‘Ters seçim’, ‘asimetrik enformasyon’ ve ‘ahlaki risk’ olgularını ortaya koyarak piyasa yetersizliklerine daha yeni somut örnekler getirmişlerdir. Aynı dönemde siyasal-ekonomik yaklaşım kategorisinde ortaya konan ve çok daha az ses getiren iki yaklaşım ise Bruno S. Frey tarafından öne sürülen Fırsatçı Model ve DoglasA.Hibbs tarafından öne sürülen ‘Partizan Model’dir.
Kesnesyen ekonomi anlayışının krize girmesi için dönüm noktası olarak 1973 petrol krizini göstermek yanlış olmayacaktır. 1970’li yıllardan itibaren, ama özellikle 1976’da Nobel ekonomi ödülünü alan Milton Friedman’ın başını çektiği Monetarizm çeşitli aralıklarla o tarihten günümüze kadar olan süreçte hakim ekonomik paradigma olacak ve 1980’lerin başından itibaren siyasal düzlemde Regan, Theatcher, Kohl üçlüsü tarafından Neoliberal siyasi düzlemde temsil edilecektir.1970’li yıllar gelişmiş Batı ekonomilerinde stagflasyon (paradoksal olarak durgunluk + enflasyon) olgusunun görüldüğü zaman dilimidir. Bu bağlamda Monetarizmin Keynesyen anlayışa tamamen zıt bir sistem önerdiği dikkatleri çekmektedir: Artan bütçe açıkları ve enflasyonla mücadele amacıyla kamunun ekonomik faaliyetlerinin küçültülmesi, siyasal düzeyde bireycilik ve girişim özgürlüğü, talep yönlü yerine arz yönlü ekonomik yaklaşım, piyasa ekonomisine duyulan Smithgil güvenin itibarının iadesi.
Monetarizme göre enflasyon özünde parasal bir olgudur ve enflasyonla mücadele için para politikası araçlarının etkin bir şekilde kullanılması, özetle para arzının genişlemesinin dizginlenmesi gerekmektedir. Monetarist yaklaşımın Keynesyen sistemden ana kopuş noktaları, para talebinin faiz esnekliğinin empirik verilere göre oldukça düşük olması ve likidite tuzağının geçersiz olmasından hareketle piyasa yetersizliklerinin reddi ve mal piyasaları, istihdam,talep gibi kavramların yerine servet ve portföy yönetimi üzerine odaklanmasıdır.
1990’ların ikinci yarısı ve 2000’li yıllarda ise iktisat çalışmalarında 1960’larda Daniel Kahneman’ın temelini attığı, mikro-ekonomik tercihlerde bireyin psikolojisi üzerinde duran ‘’davranışal iktisat’’ yaklaşımı ön plana çıkmıştır.
Karl Marx’ın 19.yy’ın ortasından itibaren geliştirdiği son derece kapsamlı ekonomik felsefesi Ludwig Feurbach’ın materyalizmi, Hegel’in diyalektiği ve İngiliz ekonomi-politiği üzerinde şekillenmiştir. Marxist ekonomik bakış mikro düzeyde temel bir sosyolojik nosyon olan geçimlik üretim/pazar için üretim ayrımına dayanmaktadır ve Marx’ın metaların değerinin iki yönü olarak belirlediği kullanım değeri ve değişim değeri arasındaki ayrıma göre belirlenmektedir. Bir meta olarak işgücü de bu ayrıma tabidir ve işgücü piyasasında girişimci tarafından satın alınmaktadır.Bu bağlamda modern endüstriyel kapitalist üretim biçiminde üretim faktörlerinin-yani sermaye, doğa, makine ve işgücü- maliyetleri içinde diğerleri verili olarak sabit olduğundan, sadece ve sadece işgücü bir maliyet unsuru olarak girişim karının kaynağı olabilmektedir ve kar oranı işgücünün ürettiği ürünün ödenmeyen kısmı olan artık ürüne, yani artık-değere bağlı olarak oluşmaktadır.
Buradan hareketle, Marx, işgücünün tamamını oluşturan grubun bir özbilinç kazanması ile işçi sınıfını oluştuğunu, ve bu sınıf ile girişimci grup olan burjuva sınıfının ekonomik çıkarları arasında uzlaşmaz bir çelişki bulunduğunu ifade eder. “Diyalektik Tarihsel Materyalizm” adını verdiği tarih felsefesine göre toplumsal sistemler ilkel komünal toplum-köleci toplum-feodal toplum-burjuva toplumu süreçlerinden sonra burjuva ve işçi sınıfları arasındaki çatışmanın sonucunda komünal toplum evresine geçecektir.
Karl Marx’ın yaşadığı dönemden Sovyetler Birliği’nin kuruluşuna kadar geçen sürede Marksist iktisat anlayışının bir uygulama alanı bulduğunu iddia etmek mümkün değildir.20.yy’da Marksist ekonomik yaklaşımın iki ana Neo-Marxist koldan sürdüğü görülmektedir. Bu kollardan birincisi tüm Doğu Bloku ülkelerinin ekonomi yönetimlerince benimsenen ve merkezi planlamanın temelini oluşturan Vassiliy Leontief’in girdi çıktı tabloları yaklaşımıdır. Leonid Kantorovich’in doğrusal programlama tekniği yardımcı olarak önemli ölçüde kullanılmıştır. Burada işletmeler tarafından üretilen ara malların diğer işletmeler için girdi olduğu varsayımıyla, hammaddeden nihai üreticiye ulaşan son ürünün oluşumuna kadarki katma değer zincirinin miktar ve fiyat olarak belirlenmesi ve böylece nihai ürünün miktar ve fiyatının piyasa koşullarına bırakılmadan saptanması hedeflenmiştir. Bu teknik Doğu Bloku Ülkelerindeki merkezi planlama komiteleri tarafından uygulanarak planlı ekonomilerin temelini oluşturmuştur. Burada Oskar Lange ve Janos Kornai’nin planlı ekonominin teorik temellerini geliştiren önemli iktisatçılar olarak ön plana çıktıkları görülmektedir. Gerçekte planlı ekonomi uygulamaları Karl Marx’ın geliştirdiği ekonomi teorisi ile oldukça az ilişkili olup 1. Dünya Savaşı sırasında Almanya’da uygulanan ‘planlı savaş ekonomisi’nin geliştirilmiş halidir.
İkinci kol ise Marxist olmayan Batı ülkelerinde, Fernand Braudel’in 1960’larda Akdeniz havzasının ekonomik tarihi üzerine kurduğu gündelik tarihsel-ekonomi ekolü üzerine şekillenmiştir ve ‘Bağımlılık Okulu’ adını almıştır. En önemli temsilcileri Immanuel Wallerstein, Giovanni Arrighi ve Christopher Chase-Dunn’dır ve Wallerstein’in coğrafi keşiflerden günümüze kadar getirdiği ‘modern dünya sistemi’ yaklaşımına dayanır. Bu görüşe göre dünya ekonomisi rekabetçi meta üretiminin dağılımına göre şekillenen merkez, çevre ve yarı-çevre ülkelerini içerir. Merkez ülkeleri yüksek teknolojili, katma değeri yüksek meta üretimini gerçekleştirir, çevre ülkeleri ise merkez ülkelerdeki bu üretim biçimine ucuz işgücü ile ürettikleri hammaddeleri sağlayarak uluslararası iş bölümü içindeki yerlerini almaktadırlar. Bu iki blok arasındaki ticari alışveriş ise ‘eşitsiz değişim’ ilkesine göre gerçekleşmektir ve bu yolla artık değerin az gelişmiş ülkelerden gelişmiş ülkelere transferi sağlanmaktadır. Diğer yandan, özellikle Giovanni Arrighi eserlerinde ‘Dünya Sistemi’ perspektifine Rus iktisatçı Nikolai Kondratieff’in uzun vadeli fiyat serilerine dayanarak geliştirdirdiği, ‘Kondratieff Dalgaları’nı’ ekleyerek uzun konjonktür devreleri ve sistemik birikim daireleri anlayışını geliştirmiştir.Kondratieff Dalgası, yarısı yatırım artışları, fiyat yükselişleri, yüksek istihdam oranları ile karakterize edilen ekonomik canlanma ve takip eden diğer yarısı durgunluk ile karakterize edilen dünya ölçeğinde 40-60 yıl arası süren ekonomik periyottur. Kontradieff Dalgaları savaş, devrim vb. gibi makro düzeyde siyasi gelişmelerle doğrudan ilişkilidir. Bir dalganın başında genellikle belli endüstrilerin gelişmesine yol açan bir bilimsel/teknolojik devrim söz konusudur.Simon Kuznets daha sonra aynı yaklaşımı sadece gelişmiş merkez ülkelerine uygulayarak ‘Kuznets Dalgalarını’ ortaya koymuştur.Bu bağlamda Arrighi Modern Dünya sistemininin başlangıcı olan 16.yy’dan günümüze kadar olan dönemde yaklaşık 120 yıllık dönemler halinde birbirini takip eden 4 adet sistemik birikim coğrafyası tespit etmiştir: Venedik, Hollanda, İngiltere ve ABD.Bu ekol içinde Ernest Mandel, Paul Sweezy gibi yazarların ‘’Geç Kapitalizm’ üzerine geliştirdikleri tezler ayrıca önemli bir yer tutmaktadır.
Yazımızda birbiri ile iç içe geçtiği ölçüde 19.yy.’a dönerek 20. yy.’ın iktisat anlayışlarının genel bir panoramasını çizmeye çalıştık. Şüphesiz bahsedilen her olgunun çok daha ayrıntısına girmek gerekebilir ancak bu çaba daha başka yazıların konusu olacaktır. Bu bağlamda önümüzdeki yazımızda sosyoloji tabanlı ekonomik yaklaşımın en önemli temsilcisi MaxWeber ve onun sistemi üzerine eğileceğiz.